Midhat Sertoğlu
İftara yakın sıcak
sıcak taze ramazan pidesi almak için bunları çıkaran fırınların önünde
kuyruklar görülürdü. Bazı meraklılar, yumurtalı pide için günlük yumurta
tedarik ederek fınncıya verir ve bunu firma atılacak pideye gözlerinin
önünde sürülmesini isterlerdi.
İftar davetlerinin
ramazan ayının on beşinden itibaren başlaması adetti. Bu vesile ile
zengin ve "kübera" konaklarında rekabet halinde muhteşem iftar
ziyafetleri düzenlenirdi.
O zamanlar böyle
bir iftar sofrası nasıldı? Hemen hemen unutulmuş veya hatırlayanı pek az
kalmış olan bu konuyu bildiğimiz, gördüğümüz ve duyduğumuz kadarıyla
tazeleyelim:
Sofrada, başta
iftariye denilen ve oruç açmaya yarayan çerezler yer alırdı. Hurma,
zeytin, yeşil zeytin, sele zeytini, beyaz peynir, kaşar peyniri, Çerkeş
peyniri, kaşkaval peyniri, dil peyniri, kaymak peyniri, tulum peyniri,
gül reçeli, mürdüm reçeli, ayva reçeli, vişne reçeli, kayısı reçeli,
çilek reçeli, incir reçeli, şimdi unutulmuş olan asmakabağı, frenk
üzümü, ceviz, patlıcan reçelleri, tütünlük pastırma, kuşgönü pastırma,
kıraç pastırması, ev sucuğu, salatalık turşusu, karanfilli soğan
turşusu, kebereli patlıcan turşusu mevsimine göre şöyle akla ilk gelen
iftariyeliklerdi.
Ama oruç, kısa bir
dua ve besmeleden sonra mutlaka Kabe'den gelmiş Zemzem ile açılırdı.
Sofrada herkesin önüne kristal kadehlere yarıya kadar bu kutsal sudan
konulur ve iftar topuyla ezan sesi duyulur duyulmaz eller bunlara
uzanırdı. Arkasından bir hurma alınır ve sonra sıra keyfe ve zevke göre
öbür iftariyelere gelirdi. Bu iftariyelere ise, o devrin deyimiyle "gül
kokulu" mis gibi sıcak ramazan pidesi eşlik ederdi. Böylece oruç
keyfiyle sararmış benizler renklenir ve süzülmüş gözlere fer gelirdi.
İftariye faslı
sona erince, tiryakiler cıgaralarına tüttürür, veya enfiyelerini
çekerlerdi. Fazlaca sofu olanlarsa bu arada ve yemek başlamadan evvel
acele akşam namazlarını kılarlardı. Ulema konaklarında ise bu iş,
herkesin katılmasıyla cemaatle yapılırdı.
Yemek, mutlaka
çorba ile başlardı. Et veya tavuk suyuna şehriye, yahut hindi derisiyle
hafif sirke ve sarımsaklı tuzlama çorbasını "Yumurta-yı Hümayun" takip
ederdi. Topkapı Sarayı terkedilip padişahlar Dolmabahçe Sarayı'nda veya
diğer dış saray yahut mevsimlik köşklerde oturdukları zamanlarda bile
Kadir geceleri mutlaka Topkapı Sarayı'na gelip burada iftar ederek yatsı
ve teravih namazlarından sonra yapılan Kadir Gecesi dua törenine katılır
ve bazen de o gece orada kalırlardı. İşte, Topkapı Sarayı'ndaki iftarda
padişaha Yumurta-yı Hümayun ikram edilmesi ve onun bunu yemesi Osmanlı
hanedanı geleneklerindendi. Bunun için evvela halka halinde kıyılmış
soğan Halep yağında öldürülür derecede kavrulur, sonra ince dilimlenmiş
tütünlük pastırma ilave edilip biraz da su katılarak pişilir, yeteri
kadar şeker ve sirke ile de bir iki taşım kaynatıldıktan sonra açılan
yuvalara günlük yumurta kırılıp kapağı kapatılarak kaskatı olmayacak
derecede pişirilirdi.
Bundan sonra sıra
çöp veya fırın kebabı, kıymalı veya peynirli yahut ispanaklı kol, yahut
da bohça böreği, ya da talaş kebabına geljrdi. Bunu ise elmasiye,
muhallebi, güllaç gibi karışık hafif (!) sütlü tatlılar takip ederdi.
Bundan sonra ekşili bamya gelirdi ki bu, yemekte birinci turun bitip
ikinci turun başladığına alametti.
İkinci tur, tavuk
veya hindi fırını ile başlardı. Bunlar, fıstıklı, üzümlü, kestaneli
ciğerli, katılı ve baharlı ala iç pilavı ile doldurulmuş bulunurdu.
Bundan sonra bol etli mevsim sebzeli, yine mevsimine göre zeytinyağlı
barbunya enginar, imambayıldı, taze veya çalı fasulye vb. yemekler
gelir, nihayet ortaya kat kat bıldırcınlı, beyinli halis amberbu
pirinçten, mutlaka Vakfıkebir yağı ile pişmiş tepeleme pilav tepsisi
gelirdi. İftar ziyafeti geleneksel olarak en sonra "arz-ı endam" eden
cevizli, fıstıklı veya kaymaklı baklava ile son bulurdu.
Ramazanlarda balık
ve öbür su ürünleri pişmez ve yenmezdi.
Bu genel listenin
dışında bazı konakların kendilerine mahsus, başka yerlerde pişmeyen
sürpriz yemekleri vardı, şimdiki gibi bol bol bulunmayan turfandalar,
neşelere neşe katardı. Süt kebabı, fıstıklı hayderî, taze fasulye
buranîsi, sütlü yumurta böreği, sarma tavuk, kaymaklı ayva şekerlemesi,
acı tatlı vb. bu sürpriz yemeklerdendi ve hazırlanışları o konağın aşçı
başısına ait bir sır olup öbürleri ne kadar uğraşsalar aynı lezzette
olanlarını yapamazlardı.
Çeşitli mevsim
meyvaları ile turfanda meyvalar, iftar sofralarının son perdesini teşkil
ederdi. Şunu da ilave edelim ki "Yumurta-yı Hümayun" her yerde
pişirilmeyip daha çok "vükela ve vüzera" konaklarına mahsustu. Çok yerde
bunun yerine normal pastırmalı veya ıspanaklı yumurta ikram edilirdi.
İftardan sonra
misafirler dağılıp giderken gerekenlere "diş kirası" adı altında dolgun
bir bahşiş verilmesi adetti. Tabiî bunlar, ev sahibi ile birlikte ve
onun sofrasında bulunanlar değil, konağın aşağı kat odalarında kurulan
sofralara kabul edilen kimseler için bahis konusuydu. Maiyette çalışan
küçük dereceli memurlar, mahallenin dar geçimli komşuları, uzak ve fakir
akrabalar -bir ramazanda bir kere olmak üzere- bu "aşağı sofralar"a
kabul edilirlerdi.
Büyük bir servet
sahibi olmadığı ve hatta çok zaman borçlara "giriftar" bulunduğu halde,
ramazan iftarlarında en büyük kalabalık, II. Abdülhamid devrinde Maliye,
Dahiliye nazırı olarak hizmette bulunmuş olup son derece dürüstlüğü
dolayısıyla Meşrutiyet kabinesinde de yerini koruyan Akif Paşanın
konağında olur, hemen bütün odalar ve sofalar sofralarla donatılır, yaz
ramazanlarında ise -bugünkü Belediye Sarayının yerinde bulunmuş olan-
konağı bahçesine de boydan boya sofralar dizilir ve her isteyen açık
bulunan bahçe ve konak kapısından içeriye dalarak istediği sofraya
oturup "pek ala ve mutena taamlar" ile safalanırdı.
Akif Paşanın
torunu merhum dostumuz Kuzey Saha Deniz Komutanlığı Defterdarlığından
emekli Faiz Gökmen Beyefendinin bir meclisimizde naklettiğine göre, bu
arada en büyük dert, bu kalabalığa kaşık yetiştirmekti. Ramazan ayına
daha bir ay kala, kaşıkçılara yeteri kadar, o zamanlar tek tek elle
yontulup yapılan, tahta kaşıklar sipariş edilirdi. Tabiî, bunlar aşağı
sofralar içindi. Yukarı sofralarda ise alafranga madenî çatal, bıçak,
kaşık kullanılırdı. Ayrıca, herhangi bir şekilde günlük eksilen tahta
kaşıklar için kiralanmış dört kaşıkçı, konakta ramazan boyu gündüzleri
durmadan kaşık yontarlardı...
Ancak,
meclisimizde bulunan ehibbamızdan bazı içi fesat kimiler, buna inanmayı?
pek mübalağalı bir palavra olduğunu -tabiî hazretin gıyabında- iddia
etmişlerdir.
Merhum Akif Paşa,
ramazanın başından sonuna kadar dostu Küçük Said Paşanın konağına bir
tabla doluşu tadına doyum olmaz yemekler gönderirdi. Öldüğü zaman Said
Paşa pek üzülmüş, yine Merhum Faiz Beyin nakline göre "O benim
velinimetimdi." diyerek cenazesini kendi eliyle yıkama, kadirbilirliğini
göstermişti, hem de üstelik hiç öyle kadirbilir bir kimse olmadığı
halde...
(İstanbul Sohbetleri,
İst. 1992, s. 16-19)
|